12 Mar 2013

Mahmut Esat Bey, neden bozkurt?


Türlü nedenlerle Cumhuriyet düşmanı olanların bir numaralı hedef tahtası yaptıkları Mahmut Esat Bozkurt kimdir; nasıl bir tarihsel, toplumsal ve siyasal ortamın ürünüdür? Neredeyse eşeklerle bile empati kuranlar bunları araştırmak ve öğrenmek zahmetine katlanmıyorlar. Ağızdan dolma, kulaktan duyma, bağlamından kopartılmış birkaç cümleyi kullanarak bir kahraman ve dâhiyi yok etmek istiyorlar.
Bunlardan birine “Mahmut Esat beyin soyadı neden Bozkurt?” diye sorsanız, ağzından sular akarak “Irkçı, Turancı, Pantürkist olduğu için” tarzında bir cevap alırsınız.
Acaba öyle mi?

Önce hayatı

1892 yılında Kuşadası’nda doğan Mahmut Esat Bozkurt, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukî temellerinin atılmasında en büyük payı olan bir devlet adamı ve Türk Devrimi’nin ideolojisi olan Kemalizmin en önemli kuramcısıdır. İzmir İdadisi’ni bitirdikten sonra II. Abdülhamid’in istibdat yönetimine karşı mücadeleye katılan dayısı Ubeydullah Efendi ile birlikte İstanbul’a gelerek 1908’de Hukuk Mektebine girmiş. 1912 yılında buradan mezun olduktan sonra İsviçre’nin Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yeniden hukuk öğrenimi görerek önce lisans diploması almış, sonra “Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi Üzerine” (Du régime des capitulations ottomanes) adlı doktora tezi ve “Summa Cum Laude” onur derecesi alarak hukuk doktoru olmuştur. 1919 yılında İsviçre’nin Lausanne kentinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti’nin başkanlığına seçilmiş.1919’da yurdun işgali üzerine derhal İsviçre’den ayrılıp arkadaşları Şükrü ve Kazım Nuri Bey’lerle Anadolu’ya dönüp Kuşadası bölgesinde Kuvvayı Milliye’yi kurarak efelerle birlikte Milli Mücadele’ye katılmıştır.
23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne giden Mahmut Esat Bey, milletvekilliğini 1943 yılında, 51 yaşında ölümüne kadar sürdürmüş. 1922’de Rauf (Orbay) Bey kabinesinde 30 yaşında İktisat Vekili olmuş; bu görevi sırasında Ziraat Bankası’nın ıslahı, çiftçi kredi kooperatiflerinin kurulması, esnaf örgütlerinin yeniden düzenlenmesi, Emlak ve Eytam Bankası’nın kurulması önemli işler başarmıştır.
17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’ni toplamış; 1924 yılında Adliye vekilliğine getirilen Mahmut Esat Bozkurt, 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebini de kurmuştur.

17 Şubat 1926 günü TBMM’de oybirliği ile kabul edilen Medeni Kanun’un mimarıdır. Türk Ceza Kanunu, Kabotaj Kanunu, Ticaret Kanunu, Hukuk Mahkemeleri Usulü Kanunu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminin temel yasaları onun bakanlığı döneminde, 1926 yılında kabul edilip yürürlüğe girdi.

Ayrıntılar
Mahmut Esat Bey, hiç kuşkusuz sıradan bir insan değil. Bir dâhi olduğu da söylenebilir. Fribourg Hukuk Fakültesi’nde sunduğu doktora teziyle aldığı “Summa Cum Laude” derecesi, kuşkusuz, günümüzde yandaş ve cemaat üniversitelerinde verilen doktora (!) derecelerine benzemez. Bildiğim kadarıyla Batı üniversitelerinden alınan en yüksek doktora derecesidir. Osmanlıcada “aliyy-ül-a’lâ” (en yüksek) anlamına gelen bu dereceyi yirminci yüzyılda kaç Türk ya da Türkiyeli elde etmiş olabilir?

“Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi” konusunu doktora tezi olarak seçmesine ne demeli? O yıllarda tam anlamıyla bir meydan okumadır. O yıllarda Avrupa’da kutsal ve dokunulmaz bir hak olarak kabul edilen bu sorunlu konuya saldırmayı göze almıştır. İlkin tez konusunu kabul ettirmesi (ki bu hiç kolay olmamıştır), ardından bu tabuyu inceleyip eleştirdiği metni kabul ettirmesi gerektirmektedir. Bunları başarmıştır.

Öyküsünü, Mucize Özünal’ın yazdığı Mahmut Esat Bozkurt, Kalpak ve Kartal” (Tudem Yayınları) adlı belgesel romanından okuyalım:
“Bu başlığı neden bu kadar zor kabul ettiklerini düşünüyor. Özellikle Kilise Hukuku Profesörü Pederazzin şiddetle itiraz etmişti. En büyük desteği Hukuk Felsefesi ve Roma Hukuku Profesörleri Jaccoud ile Tour’dan gelmişti. Fransız Medeni Hukuku Profesörü Le Gras ile İsviçre Medeni Hukuku Profesörü Aeby önemli olan çalışmanın bilimsel değeri olduğunu, bu ölçünün esas alınması gerektiğini kararlılıkla savunmasalardı belki de Ceza Hukuku Profesörü Bise ve Kamu Hukuku Profesörü Gabriel bu kadar içtenlikle kendisine yardımcı olamazlardı. Dört yıllık başarılı lisans öğretimini hepsi de takdir ediyorlardı. Ama iki yıldır, doktora sürecinde sanki gizli bir elle görünmez engeller yığılmıştı önüne. İşte birkaç saat önce bu hocaların önünde savunmuştu tezini. Sonuç bölümünü okurken bir yandan da onları gözlüyordu. ‘Kapitülasyonlar çağdaş anlamda bir antlaşma değil, bir ahitnamedir (anlaşmadır). Ahithame olduğu için verenin tek taraflı iradesiyle geriye alınabilir. Kaldı ki bir antlaşmayı bile tek taraflı olarak feshetmek mümkündür. Öte yandan, 1908’den beri bir meclisin Türkiye’de varlığı, meclisin yanı sıra öteki anayasal kurumların varlığı karşısında kapitülasyonlardan yararlanan devletlerin, uluslararası hukukun çağdaş hükümleri karşısında direnmeleri mümkün değildir.’ Başını kaldırmış hocalarına ayrı ayrı bakarak son tümceyi bir manifesto gibi söylemişti. ‘Artık Türkiye’nin kapitülasyonlar rejimine onay vermesi mümkün değildir’ [...] Hocalar bilimsel gerçekliğin bu denli yoğun, yalın ve apaçıklığı karşısında bu zeki, cesur Türk’ün başarısını onaylamakta gecikmediler.”


Tarih 24 Mart 1919 idi. Henüz Mustafa Kemal Samsun’a çıkmamıştı. Kurtuluş Savaşı henüz başlamamıştı. Kapitülasyonlar 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lausanne Antlaşması ile kaldırılacaktı...

NOTA BENE:
On yazı sürecek olan bu çalışmayı, Devrimçi Cumhuriyet’e ve onun kurucularına saygı ile sunuyorum.

Mahmut Esat Bozkurt’un bütün öz yaşam öykülerinde her zaman şöyle bir cümle vardır: 1919’da yurdun işgali üzerine derhal İsviçre’den ayrılıp arkadaşları Şükrü ve Kazım Nuri Bey’lerle Anadolu’ya dönüp Kuşadası bölgesinde Kuvvayı Milliye’yi kurarak efelerle birlikte Milli Mücadele’ye katılmıştır.

Ama İsviçre-Kuşadası yolculuğunun sinematografik öyküsünü pek az insan bilir. Şimdi onu anlatalım:

Napoli’den Kuşadası’na

Yunan ayaklanmasında Mora’dan muhacir olan Hacı Mahmutzade’nin torunu Mahmut Esat ile arkadaşı Saraçoğlu Şükrü, İsviçre’den Napoli’ye trenle gelmişlerdir. Ancak Napoli’den Türkiye’deki İtalyan işgal kuvvetlerine silah götüren Lucciri adlı şilebe gizlice girerler, ambara gizlenirler. Şilep Ege sularına girerken şöyle bir telgraf ulaşır Roma’ya: “Lucciri gemisinde kaçak iki Türk, Mahmut Esat ve Şükrü isimli iki jöntürktür. Müşterek menfaatlarimiz açısından ne pahasına olursa olsun karaya çıkmaları mutlaka engellenmelidir. İmza: Venizelos.” Aynı saatlerde Paris’te Konferans Başkanı Clemenceau da bir başka telgrafı açıyordu: “Mahmut Esat ve Şükrü iki nüfuzlu jöntürktür, karaya çıkmaları behemehal engellenmelidir.”
Gizlice ve özgürce karaya çıkmaları engellendi. İtalyan işgal kuvvetleri askerleri arasında, Kuşadası’nda karaya elleri kelepçeli olarak çıktılar. Bekledikleri başlarına gelmedi. Kuşadası’ndaki komutan, Luca adlı teğmen Milliciler’in bir nedenden dolayı dostuydu. Onlara yardım etmekteydi.
Kaçak yolcuları İstanbul hükümeti adına teslim almaya gelen Kaymakam da Milliciler’e yakınlık duyuyordu. Öykünün bu bölümünde, Mahmut Esat ve Şükrü, nöbetçilerin gafletinden yararlanarak nezaretten kaçmış olurlar.
Mahmut Esat ertesi gün Cidal (Direniş) Cephesi’ne katıldı, müfreze komutanı oldu ve Yunan’a karşı çarpıştı. Millet Meclisi, kurtuluştan sonra bu genç hukuk doktorunun silahlı hizmetlerini unutmayacak, onu kırmızı yeşil şeritli istiklal madalyasıyla milis yüzbaşısı olarak ödüllendirecektir.

Lotus-Bozkurt davası

2 Ağustos 1926 günü gece yarısına doğru İstanbul’a gitmekte olan Fransız yolcu gemisi Lotus ile Bozkurt adlı kömür yüklü Türk gemisi, Midilli adası dolaylarında çarpışır. İkiye parçalanan Bozkurt gemisi batar ve gemide bulunan 8 Türk vatandaşı boğularak ölür.
Bundan sonrasını özetleyeceğim: İstanbul’a gelen Lotus’un yardımcı kaptanı Demons ile Bozkurt’un kaptanı Hasan Bey tutuklanır.

Görülen davanın sonunda yardımcı kaptan 80 gün hapis ve 22 lira para cezasına; Hasan Bey ise biraz daha fazla cezaya çarptırılır.

Türk mahkemesinin verdiği bu karar Fransa’yı fena halde öfkelendirmiş ve bu devlet diplomatik girişimlerde bulunmuştur. Amaç davanın Fransız mahkemelerinde görülmesini sağlamaktır.
Bu girişimler üzerine Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, 2 Eylül 1926 tarihinde, yargı yetkisi konusundaki uyuşmazlığın La Haye Adalet Divanı’na götürülmesi teklifini reddetmeyeceğini açıklamıştır. Davanın bu bölümü epeyce uzun. Fransa, yetkinin kendi mahkemelerinde olduğunu iddia etmekte ve Türk tarafından tazminat talep etmektedir.

Mahmut Esat Bey 23 Kasım 1924’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı’dır. Bir gece, Mustafa Kemal Paşa ve genç Adalet Bakanı dava üzerinde baş başa çalışmaktadırlar. Mahmut Esat Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle der:

“Paşam, izin verin Lahey Divanı’na gidelim. Kim haklı kim haksız orada belli olsun. İzin verirseniz davamızı orada ben savunayım. Fransızların istediğini yapar da bunları salıverirsek Fransız’ın karşısında boyun eğmiş olacağız. Halbuki Lahey’de kaybetsek dahi uluslararası bir mahkemenin hükmüne uymak büyüklüğünü göstermiş oluruz. İzin verin Lahey’e gidelim. Ben orada savunmayı üstleneyim. Eminim kazanacağız... Kaybedersem geri dönmeyeceğim Paşam.”

Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı: “Güle güle git! Kazanacaksın. Kazanmasan da bu millet seni gene bağrına basacaktır Mahmut. Müsterih ol!”
Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey’in yanındaki güçlü heyet ile bindiği tren Avrupa’ya doğru yol alırken, Türk gazeteleri onun demecini yayınlıyordu:
“Kapitülasyonlara alışık olanlar bilmelidir ki Türk devleti esir devletleri alakadar eden en küçük bir ananenin iddiasına muvafakat edemez. BİZ HAKKIMIZI MÜDAFAA EDİYORUZ!”

Lahey Adalet Divanı’nın kararının birinci maddesi şöyledir:

“2 Ağustos 1926 tarihinde Fransız Lotus gemisi ile Türk Bozkurt gemisi arasında meydana gelen çarpışma sonucunda ve Fransız gemisinin İstanbul’a ulaşmasının ardından Türk kanunlarına göre Lotus gemisinde nöbetçi kaptan olan Demons aleyhinde Bozkurt yolcularından sekiz Türk vatandaşının ölümü dolayısıyla ceza tatbikatı yapmakla Türkiye, 24 Temmuz 1923 tarihli İkamet ve Yargı Yetkisi Hakkındaki Lozan Sözleşmesi’nin 15.maddesine ve uluslararası hukuk ilkelerine aykırı hareket etmemiştir.”

Bozkurt-Lotus davası Uluslararası Hukuk kitaplarında başlangıç dava olarak ele alınmaktadır. Bu karar ile Osmanlı’yı inim inim inleten kapitülasyonların önü uygulamada da kesinlikle kapanmıştır.

Mora Muhaciri Hacı Mahmutzade’nin torunu Mahmut Esat Bey’in soyadı işte bu görkemli hukuk zaferinden dolayı Bozkurt’tur.

Zibidi tayfasının diline doladığı Bozkurt soyadını Mahmut Esat Bey’e Tarih ve Hukuk adına Mustafa Kemal Paşa vermiştir.

Mahmut Esat Bozkurt’u yeterince takdim ettiğimi, en azından hakkında merak uyandırdığımı sanıyorum. Şimdi sıra bu yiğit insana atılan iftiraların suratına tükürmeye geldi.

NOTA BENE:
Merak edenlere, Mucize Özünal’ın “Mahmut Esat Bozkurt, Kalpak ve Kartal” (Tudem Yayınları) adlı belgesel romanını salık veririm. Ben çok bilgilendim ve yararlandım.

Mahmut Esat Bozkurt’un her türlü İslamcının, mürtecinin, neo-liberalin, müflis solcunun ve zibidi tayfasının gözünde büyük günahkâr yapan işlerini teker teker yazalım:

1. Kapitülasyonlar konusunda doktora yapması ve her Allah kuluna kısmet olmayan “Summa Cum Laude” ( aliyyülalâ) onur derecesi alarak hukuk doktoru olması. Her Osmanlı gibi, sadece doğu ülkelerinde geçerli olan bir “Bon Pour l’Orient” diploması almak varken bu ne küstahlık! 2. Yurda dönüp Kurtuluş Savaşı’na katılması. (Rahat mı battı? İsviçre’de kalıp ünlü bir Osmanlı kalıntısı olabilirdi. Şimdi adını duydukça silaha davrananlar hakkında gıyabî methiyeler düzerlerdi.) 3. Milletvekili olması. (Ulan, akılsızlık ettin memleketine geri döndün, yetmedi guvva çetecisi oldun. Çekil çiftliğine. Neden halkla, ayak takımıyla yüz göz oluyorsun; İzmir’de İktisat Kongresi düzenliyorsun; bir komünist gibi emekçilerin haklarını savunuyorsun; bitli ve uyuz köylü milletini adam yerine koyup gözlerini açmaya çalışıyorsun?) 4. Rauf Orbay’ın başkanlığında kurulan IV. İcra Vekilleri Heyeti’ne (13 Temmuz 1922-4 Ağustos 1923) Büyük Millet Meclisi tarafından İktisat Vekili seçilmesi. 5. Fethi Okyar başkanlığında kurulan V.İcra Vekilleri Heyeti’ne (14 Ağustos 1923-27 Kasım 1923) Büyük Millet Meclisi tarafından ikinci kez İktisat Vekili seçilmesi. 6. 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye’nin (Anayasa) hazırlayıcıları arasında yer alması.

7. Fethi Okyar’ın 3. Hükümetine Adliye Vekili olarak atanması. 8. 5 Kasım 1925 tarihinde açılan Ankara Hukuk Mektebi’nin kurucusu olması. 9. İsmet İnönü’nün 3. ve 4. Hükümetlerinde Adliye Vekili olarak görev yapması. 10. Türk Medeni Kanunu’nu çıkartması (17 Şubat 1926) ve Medeni Kanun Genel Gerekçesi’ni kaleme alması. 11.Türk Ceza Kanunu’nu çıkartması (1 Mart 1926). 12.Kabotaj Kanunu’nu çıkartması (19 Nisan 1926). 13. Borçlar Kanunu’nu çıkartması (22 Nisan 1926). 14.Ticaret Kanunu’nu çıkartması (29 Mayıs 1926). 15. Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu’nu çıkartması (18 Haziran 1926). 16. Lahey Uluslararası Adalet Divanı’ndaki Bozkurt-Lotus davasında Türkiye’yi temsil etmesi ve davayı kazanması. (27 Eylül 1927) 17. Kadınların belediye meclislerine seçme ve seçilme hakkı veren kanunun (3 Nisan 1930) hazırlanmasına katkıda bulunması. 18. Kadınların milletvekili olmalarını sağlayan yasanın (5 Aralık 1934) hazırlanmasına katkıda bulunması. 19. 1935 yılında Mason Locaları’nın kapatılmasında çok önemli bir rol oynaması. 20. 21 Aralık 1943 kadar yaşayıp daha önce gebermemiş olması.
Medeni Kanun ve hukuk mektebi

Burada kuru lâfları bir yana bırakıp, Mucize Özünal’ın belgesel romanı “Mahmut Esat Bozkurt, Kalpak ve Kartal”ın 165. sayfasından bir sahne aktaracağım:

[“-Paşam, dedi Mahmut Esat, siz bizimle olduğunuz sürece yapamayacağımız hiçbir şey, başaramayacağımız hiçbir iş olamaz. Bakın size ne getirdim. Adliye vekili sıfatıyla yaptığım bir gezide bir tarlada korkuluklara asılmış olan bu ilâm, şerriye mahkemesince tebliğ olunmuş,
Evrak çantasını açtı, Arap abecesince eğri büğrü satırlarla yazılmış, sararmış bir belgeyi çıkardı. Bu bir mahkeme kararıydı. Kadı, şeriat adına mezruata, ekinlere zarar veren çekirgelere, fuzuli tecavüz ettikleri, haksız el attıkları yerden çekip gitmelerini emrediyordu.

-İş bu kadar vahimdir paşam. Halkın Cumhuriyeti, adaleti gökyüzünden indirip cumhuriyetin hâkimi eliyle, savcıları eliyle halka vermelidir. Çantasına eğildi, evrakların içinden bir iki belge daha aldı. Bakınız bunları vekâletimiz bir kitap halinde yayınlayacaktır ki artık Mecelle’nin anlaşılıp uygulanmasına imkân kalmadığı iyice anlaşılsın.

Masadakiler belgeleri elden ele dolaştırıyorlardı.

-Tamam, peki, dedi Mustafa Kemal. Hatırlar mısın, ben sana birkaç yıl önce bir soru sormuştum?
-Evet paşam, buyurunuz.
-Bütün bu kanunları çıkardın, yasaları yaptın, mahkemeleri kurdun diyelim. Peki, bu yeni mevzuatı uygulayacak hukukçuları nereden bulacaksın?
Mahmut Esat belli belirsiz gülümsedi. Paşa o zamanki yanıtı unutmuş olamazdı. Ayağa kalktı bütün heyecanıyla yanıtını yineledi:
-Bulmayacağım paşam, onları ben yetiştireceğim...
Benim kahramanım!
Halkın çocuklarının, işçinin, çiftçinin, küçük esnafın çocuklarının hukukçu olabilmeleri için, bunların yatıp kalkacakları, karınlarını doyuracakları, ders çalışacakları bir yer gerekiyordu ama bütçede para yoktu. Sağdan soldan ödenek kırpıldı; Hukuk Mektebi’ne ayrılan ödeneğe “Leylî yurdu Masarifi” adıyla yeni bir fasıl eklendi.
Artık halkın çocukları Cumhuriyet’in savcıları, yargıçları olabilirdi. Oldular! Hatta, Adnan Menderes gibi öğrenimleri yarım kalmış milletvekilleri de Hukuk Mektebi’ne kayıt yaptırıp okudular. Birkaç çürük elma dışında tamamı cumhuriyetin laik hukukunun uygulayıcısı oldular. AKP iktidarının savcı ve yargıçlarından söz etmiyorum burada. Onlar hakkında verilecek kararı tarihe bırakıyorum.

Savcı ve yargıçların kendisini karşılamaya gelmesine karşı çıkan ve onların ayağına giden Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un savcılar hakkındaki sözleri çoktandır asıldıkları yerden indirildiler, kazındıkları mermerlerden silindiler:

“Cumhuriyet Savcıları! Meriç kıyısında çalışan Türk köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da bu davada yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından sizler mesulsünüz...”

Mahmut Esat Bozkurt, Cumhuriyet’in en büyük kahramanlarından biridir. O, artan görev harcırahlarını bakanlık mutemedine geri veren bir ahlak anıtıdır.

17 Şubat 2012 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Medeni Kanunun Kabulü (1926)” başlıklı yazımı yardıma çağıracağım:

MEDENİ KANUNUN KABULÜ (1926)

Mustafa Kemal Paşa, 1 Kasım 1925 günü TBMM’nin İkinci Dönem Üçüncü Yasama Yılı’nı açarken “genel hayatımızı yeni baştan düzenleyecek yasalar”ın haberini veriyordu.
Hükümetin “Adli Reformlar” konusunda hazırladığı tasarı, 24 Aralık 1925’te TBMM’ne sunuldu. Ve bu tasarı 17 Şubat 1926 tarihinde “Türk Medeni Kanunu” adıyla TBMM’nde kabul edildi. 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi. Her şey 11 ay 3 gün gibi kısa bir sürede oldu, tasarı gerçekleşti.

Sağıyla solunu karıştıran “Entello” tayfası Cumhuriyet’in Medeni Kanunu İsviçre’den, Ceza Yasası’nı “Faşist” İtalya’dan aldığını söyleyerek dalgasını geçer. Taze Cumhuriyet’in kuruluşundan 2 yıl 3 ay 19 gün sonra çıkardığı yasayı, TBMM ancak 1 Ocak 2002 tarihinde değiştirebilmiştir. Tamamen değiştirmekten çok yenilemiştir.

1 Mart 1926’da çıkartılan Türk Ceza Kanunu, 12.10.2004 tarihine kadar yürürlükte kaldı. 1889 İtalyan Zanardelli yasası esas alınarak yapılan bu yasa ancak 2004 yılında tamamen değişti. Bugün konumuz değil ama 1889 tarihinde İtalya’da faşizm mi vardı ? Ünlü İtalyan Ceza Hukukçusu Nitti “Demokrasi” adlı kitabında, “Bizim eski Ceza Yasası’nın kıymetini Türkler bildi ve aldı” diyor.

Cumhuriyet’e atılan pis iftiralar fos çıktıkça midem bulanıyor. Tıpkı şu anda olduğu gibi !

Türk Medeni Kanunu ile:

• Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı. • Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi. • Erkekler için tek eşle evlilik esası getirildi. • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı. • Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi. • Patrikhane’nin din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı.
Ve Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak, kadınlara siyasal alanda haklar tanındı:
• 1930’da Belediye seçimlerine katılma hakkı. • 1933’te Muhtarlık seçimlerine katılma hakkı. • 1934’te Milletvekili seçme ve seçilme hakkı.

Türk Medeni Kanunu’nu hazırlayıp çıkartan insanlar, günümüz entellolarıyla, İslamcıları, yeni mürtecileri ile kıyaslanmayacak oranda bilgili ve entelektüel idiler. Yasanın mimarı, Adliye Vekili Dr. Mahmut Esat Bozkurt’un hazırladığı gerekçede Cumhuriyet’in temel perspektifi toplumsal ilerleme ve gelişme idi: “Yasaları dine dayanan devletler, kısa zaman sonra memleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinler değişmez hükümler ifade ederler. Hayat yürür, ihtiyaçlar sürekli değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir değer, bir anlam ifade etmezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur... Esaslarını dinlerden alan yasalar uygulanmakta oldukları toplumları, [gökten.Ö.İ.] indikleri ilkel devirlere bağlarlar ve gelişmeye engel belli başlı etken ve unsurlar sırasında bulunurlar.” (Ferit İlsever, Cumhuriyet Devrimi Kanunları, Kaynak Yayınları, S.54)
Benim ekleyecek bir şeyim yok! Ama bir sorum var: Ruh ve kafa sağlığı yerinde bir kadın kendisini esaretten kurtaran bir yasa yapan Cumhuriyet’e nasıl karşı olur?”

Buna ihtilal ya da devrim denir!

Günümüz insanlarının büyük bir çoğunluğunun, 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin ne anlama geldiğini bildiğini sanmıyorum. Bu yasa yeni Medeni Kanunu’nun 22 Kasım 2001 tarihinde TBMM’de kabul edilmesine kadar yürürlükte kaldı. 4721 sayılı yeni yasa 1 Ocak 2002’de yürürlüğe girdi. Başlangıç hükümleri dışında, kişiler hukuku, aile hukuku, miras hukuku ve eşya hukuku olmak üzere dört kitaptan ve toplam 1030 maddeden oluşur.
Mahmut Esat Bozkurt’un Adalet Bakanlığı döneminde hazırlanan ilk yasa, artık Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli niteliğinin simgesidir: Devlet işleri ile din işleri birbirinden kesinlikle ayrılmıştır. Devlet ve toplum artık laiktir. Bu bir mucizedir!

Medeni Kanunu’nun (Yurttaşlar Yasası) TBMM’de oybirliği ile kabul edilmesi bütün dünyada büyük yankılar yarattı. Halkı Müslüman olan bir ülkede görülmemiş bir devrimdi.

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları arasında genel ve eşit haklar dizgesini oluşturan bu yasanın çıkması nedeniyle, Lozan Antlaşması ile bazı haklar kazanmış olan azınlıklar, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya başvurarak, bu ayrıcalıklarından vazgeçiyorlardı. Ayrıca bu yasanın 266. maddesine göre reşit olan her vatandaş kendi dinini seçmekte özgür oluyordu. Bu da en büyük inançsal ve zihinsel bir devrimdi. Birey dinlerin zincirlerinden artık kurtuluyordu.

Yasanın çıkması üzerine, M. E. Bozkurt’un yüksek öğremin yaptığı ve doktorasını aldığı Fribourg Üniversitesi kendisine bir mektup göndererek başarısını kutladı.

Sadece bu yasa dolayısıyla, Şeriatçı İslamcıların M. E. Bozkurt’tan nefret etmelerini, ona karşı düşmanlık hissetmelerini anlayabiliriz. Çünkü yüzlerce yıllık dünyaları yıkılmış ve yeryüzü egemenliklerini büyük ölçüde kaybetmişlerdi.

Çoğu zibidi olan ötekilerin düşmanlıklarına gelince: Cumhuriyetçi Mahmut Esat Bozkurt’un yaptıkları öylesine büyük ve çoğul ki, her budala ona düşman olmak için bir gerekçe bulabilir. Bu gerekçeleri tek tek çürüteceğiz.

Başbakan R. T. Erdoğan kışkırtma ve sabır sınırlarını deneme fesatçılığına devam ediyor: “Mardin Kızıltepe’de bir ifade kullandım. Aynı ifadeyi bugün İstanbul’da da söylüyorum:Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almış bir iktidarız [...] Kızıltepe’de ayaklarımın altındadır’ dediğim milliyetçilik, etnik kökene dayalı milliyetçiliktir, ırkçılıktır, kafatasçılıktır.” (Milliyet, 24.02.13) buyuruyor.

Böyledir bunlar, hemen geri vitese geçerler. Başbakan kendini bizden akıllı sanıyor. Her şeye tahammül edilir de buna değil. Belki Bay Başbakan ve danışmanları bilmiyordur : “Etnisite” (budun, kavim) ile ırk (race) aynı şey değildir. Etnisite bağlamında kullanılan her kavram bir alt-kültürle ilgilidir. Başbakan’ın entelektüel özentileri var ama beceremiyor. Irkçılık ile kavimcilik (budunculuk, etnikcilik) eş anlamlı değildir. Irkçılılık, ırkçılıktır. 1930’dan bu yana evrensel “rasizm” sözcüğüyle ifade edilir. “Her türlü ırkçılık (racisme) ayaklarımın altındadır” demeyi neden beceremiyor acaba?

Sadece Başbakan mı?

Sadece günümüz başbakanı değil kuşkusuz, günümüz gazete yazıcıları, günümüz üniversite öğretim üyeleri ondan daha iyi değil. Yüzde 99’u zifirî cehalet içinde. “Zifirî cehalet” aşırı mı oluyor? Ama başka sıfatlar, o zaman, çok daha ağır olur.
Bu ülkedeki karşı devrimcilerin, İslamcıların, müflis solcuların, neo liberallerin, naylon demokratların bir numaralı hedef tahtasında Mahmut Esat Bozkurt vardır. Çünkü, bu topraklarda doğmuş, “Batı”da yetişmiş en büyük aydınlanmacılardan, en büyük entelektüel beyinlerden biridir. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren bütün devrim yasalarının, ülkeyi din vesayetinden kurtaran laik yasaların arkasındaki adamdır.
Bu büyük adama iftira bokları atanlara “attıklarını” afiyetle yedireceğiz. Biraz sabır. Bugün bir başka, çok güncel ve günümüz iktidarını ve başbakanını ilgilendiren bir konuya değineceğiz. Hatırlarsınız: Türkiye’ye Sultanlıkvâri bir başkanlık rejimi getirmek isteyen AKP iktidarı, hazırladığı anayasa taslağında, Sultan-Başkan’a TBMM’nin çıkardığı yasaları veto etme ve kafası estiğinde TBMM’ni dağıtma yetkisi veriyor. Bu yetki eleştirildiği zaman, her zamanki pişkinlikleriyle, “Ama bu yetkiyi Atatürk de istemişti” diyorlar. Utanmasalar, bu yetkinin verilmiş olduğunu söyleyebilirler.

Veto ve fesih yetkisi

1924 Anayasası’nın yapılmasında kendisi de bir anayasa hukukçusu olan Mahmut Esat Bey’in büyük emekleri vardır. Anayasanın hazırlandığı dönemde gazetelerde yazdığı yazılarla, TBMM’de yaptığı konuşmalarla bu konudaki düşüncelerini açıklamıştı. En önemli konu, günümüzde R. T. Erdoğan’ın (Başkan olduğunda) mutlaka sahip olmak istediği, yasaları veto etme ve Meclis’i feshetme yetkisiydi. Mahmut Esat Bey, TBMM’de yaptığı konuşmalarda bu yetkilerin Cumhurbaşkanı’na verilmesine karşı çıktı.

Tek parti diktatoryasında (!) Mustafa Kemal’in huzurunda yapılan bu konuşmaları günümüzün demokratik (!) ortamında yapabilecek bir tek AKP milletvekili var mıdır acaba?

Uzatmayalım: Olanları, Turgut Özakman’dan aktaracağım. Turgut Özakman’a güvenmeyenler konuyu meclis tutanaklarından araştırabilirler. Ben Turgut Özakman’a güveniyor ve inanıyorum:

Öğreten tarih
“Yeni bir anayasa konusu uzun zaman sohbet olarak başlamış, sonra Anayasa Komisyonunca ele alınmıştı. Türkiye’nin geleceğini düzenleyecek yeni bir anayasa tasarısı oluşturulmaya çalışılıyordu.
Gazi, Cumhurbaşkanı olmadan önce bu görüşmelere zaman zaman katılır, düşüncelerini açıklardı. Devlet Başkanına kanunları veto ve gerektiğinde yeni bir seçim için Meclis’i feshetme yetkisinin verilmesinin yararlı olacağını söylemişti. Bunları çağdaşlaşma hamlesinin yavaşlatılması, milli egemenliğin örselenmesine karşı önlem olarak değerlendiriyordu. Anayasa Komisyonu Başkanı Yunus Nadi Bey, Gazi’yi ziyarete geldi.
“Mahmut Esat Bey ile Şükrü Saracoğlu, Cumhurbaşkanına veto ve gerektiğinde Meclis’i fesih yetkisi verilmesini kabul etmiyorlar.”

“Neden?”

“Milli Egemenliğe aykırı buluyorlar.”

“Partiler çoğalınca hükümetsizlik tehlikesi baş gösterebilir, gerici eğilimler belirebilir, devletin kuruluş amacına aykırı kanunlar kabul edilebilir. Bu yetkileri böyle durumlar için düşünmüştük. Bir anayasada bütün olumsuzlukları çözecek çözümler, imkânlar bulunması gerekmez mi?”
“Birçok milletvekili de iki arkadaşımızın düşüncelerini paylaşmaya başladı. Bu maddelerin Meclis’te kabul edilmesi zor görünüyor.”

Bir sessizlik oldu. Paşa ikna edeceği ümidiyle bu milletvekilleriyle bir de kendisi görüşmeye karar verdi.

Mahmut Esat Bey bu ara bakan değildi. Saracoğlu Şükrü Bey Meclis’e ikinci dönemde katılmıştı. İkisini birlikte kabul etti. Milletvekilleri Cumhurbaşkanını saygıyla dinlediler ve düşüncelerini değiştirmediler.

Gazi sonucu öğrenmek isteyen Yunus Nadi Bey’i ertesi gün direksiyon binasında kabul etti.
“İki saat karşılıklı görüşlerimizi açıklayıp tartıştık. Biraz sıkıştırdım da. Ama çocukları ikna edemedim. Dilerim bu yetkilere ihtiyaç duyulmaz. Fakat bu görüşmeden çok memnun kaldım. Türkiyemizin milli egemenliğe, özgürlüğe böyle sahip çıkan, hukuka saygılı, sağlam, dürüst, dirençli, bağımsız ruhlu siyasetçilere çok ihtiyacı var. Mahmut Esat’ı zaten beğenirdim. Şükrü Bey’i de çok beğendim.” (Cumhuriyet, Türk Mucizesi, İkinci Kitap. Bilgi Yayınevi.S.39-40).

NOTA BENE: Bu yazıları, karşı devrimcileri, İslamcıları ve müflis solcuları ikna etmek, yola getirmek için yazmıyorum. Cehenneme kadar yolları var. Genç cumhuriyetçilere Cumhuriyet’i savunma malzemesi vermek için yazıyorum.

Zibidinin biri yazmış:
[“Ariler medeniyet kurucularıdır. İdealistlik o kuvvettir ki, Arilerin üstünlüğünü gösterir. Yahudi, Ariliğin en belirli zıddıdır. Yahudiler göçebe değil asalaktır.” Kavgam adlı kitabında Adolf Hitler mi söylüyor? Hayır efendim, Atatürk İhtilali adlı kitabında Mahmut Esat Bozkurt söylüyor.]

Atatürk İhtilali adlı kitap dışında Mahmut Esat Bozkurt hakkında yazılanların tamamı yalan. Bunlar böyledir. Bir cümle yazarlar. Ama kontrol edebileceğimiz bir referans vermezler. Çok ender olarak bir kitap adı verirler ama ne yayınevi bellidir, ne yayın yılı ne de sayfa. Bütün kitabı ara ki bulasın.
Derken bir başka zibidi çıkar birinci zibidinin yazısından alıntı yapar ve yalan yayılmaya başlar. Mahmut Esat Bozkurt, “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir” demiş. Al başına belayı. Bu Mahmut Esat denen adam mutlaka faşist ve ırkçıdır. Soyadından belli!
İyi de kardeşim, o cümleyi hangi kitaptan aldın? O cümlenin önünde ve arkasında başka cümleler yok mu? Nerede, ne zaman, hangi koşullar ve tarihte söylemiş bu cümleyi?
Kelle avcısı adi heriflerdir bunlar!
Mahmut Esat Bey’in kitapları
Yazı dizisinin içinde, M. E. Bozkurt’la ilgili, hakkında yazılmış kitapları referans vererek tanıttım. Tanıtacağım. Ama şimdi bu büyük devrimcinin dilimizde yayınlanmış kitaplarını sayalım. Atatürk İhtilali I-II; Türk İhtilalinde Vatan Müdafaası; Masonlar Dinleyiniz; Liberalizm Masalı. Bu dört kitap Kaynak Yayınları tarafından yayınlandı.
Şimdi Atatürk İhtilali I-II‘yi açalım ve “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir” cümlesinin yer aldığı
“Türk İhtilali Türk Milletinindir” başlıklı kaynak bölümü birlikte okulayım:
[“Kendi hesabıma son sözüm şudur:
Bir ihtilal hangi millet hesabına yapılırsa, mutlaka o milletin öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır.
Mesela;
Türk ihtilali öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız şartsız. Yabancıların yardımıyla başarılan ihtilaller yabancılara borçlu kalırlar.
Bu borç ödenmez.
Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsızlığı, çoğunlukla, kaderini Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır.” ]( Kaynak Yayınları, 2003. S.134)

Bre geri zekâlı, “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir” cümlesinin neresinde ırkçılık var? İhtilali, ihtilali yapması gerekenler yapmaz mı? El bilmemnesiyle gerdeğe girilir mi? “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde gelmez” atasözünü hiç mi duymadın? Senin yaptığına alçaklık denmez mi?
M.E.Bozkurt’un en çok sevdiği cümle, saplantı cümlesidir “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir”. Bu cümleyi değişik bağlamlarda sık sık kullanır. Bu bağlamlardan biri yabancılarla (İngiliz, Fransız, Alman, Rus...) ilgilidir. İkincisi ise, kendisini “Türk” olarak hissetmeyen, Türkçe konuşmayan, zırt-pırt isyan çıkartan “yerleşik yabancı”larla, “Nüfus kağıdı Türkleri”yle ilgili.
Haksız mı M.E.Bozkurt? Bu satırların yazıldığı, söylendiği yirmili, otuzlu yılların koşulları düşünülünce, kesinlikle haksız değil.
Hem alçak hem rezil!
Okuduğu kitabın adını vererek şu cümlenin M. E. Bozkurt tarafından söylendiğini iddia ediyor alçak herif:
“Ariler medeniyet kurucularıdır. İdealistlik o kuvvettir ki, Arilerin üstünlüğünü gösterir. Yahudi, Ariliğin en belirli zıddıdır. Yahudiler göçebe değil asalaktır.”
Çirkef herifin iddiasını araştıralım! Kitabın adını vermiş: “Atatürk İhtilali”. Benim bildiğim, bu kitabın 5 baskısı var: 1.İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1940; 2. Altın Kitaplar Yayınevi, 1967; 3. TÜPRAŞ. Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş. 2003; 4. Kaynak Yayınları, 1995; 5. Kaynak Yayınları, 2003 (Düzeltilmiş basım).
Bende olan TÜPRAŞ baskısı ile Kaynak Yayınlarının 2003 baskısı. Şimdi TÜPRAŞ baskısının 57’ci, Kaynak Yayınları’nın Hitler’le ilgili 50’ci sayfalarına bakalım. Sen de bak adi herif!
[III.Bölüm:
Irk, Toprak ve Kan
a) Irk Meselesi, Dünya Tarihinin Anahtarıdır
Irkların gelişmesine hizmet eden kanunlar. Yüksek ırkların mevcudiyeti. Ariler medeniyet kurucularıdır. İdealistlik o kuvvettir ki, Arilerin üstünlüğünü gösterir. Yahudi, Ariliğin en bariz zıddıdır. Yahudiler, göçebe değil sığıntıdır. Irkın muhafazası mevcudiyetinin gayesidir. Köylülük ırkın ambarı ve mahfazasıdır.]
Bu bölümden önceki ve sonraki bölümlerde bunun benzeri birçok cümle var:
“Sayıya dayanan demokrasi, şeflerin mesuliyetini kaldırır. Bu demokrasi, karakterleri bozar, çirkinleştirir. Bu tarz demokraside, parti propagandaları birer yalancılıktır. Fikirler, Yahudilerin elinde bulunan matbuat tarafından yaratılır. Demokrasi Yahudi hakimiyetinin aletidir. Bunun yerini hakiki Alman demokrasisi alacaktır.” (Kaynak, s.49; Tüpraş, s.56)
Allah Allah! Bu M.E.Bozkurt şimdi de Alman ırkçılığı mı yapıyor?
İşin aslı astarı
Mahmut Esat Bozkurt Atatürk İhtilali‘yle ilgili olarak, “Bu kitabı, Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşüyle başlayan Atatürk İhtilali’ni, Türk ulusuna safha safha anlatmak için yazdım” diyor. Kitapta aynı zamanda demokrasiden, faşizmden, Nasyonal Sosyalizm’den, Komünizm’den, Hitler’den, dünya işlerinden söz ediyor.
Yukarıda alıntısı yapılan cümleler, kitabın “Nasyonal Sosyalistlik - Hitler Teorileri” adlı bölümünde yer alıyor. Cümlelerin Hitler’in Kavgam adlı kitabından alındığı dipnotta yazıyor. Yani “Ariler medeniyet kurucularıdır. İdealistlik o kuvvettir ki, Arilerin üstünlüğünü gösterir. Yahudi, Ariliğin en belirli zıddıdır. Yahudiler göçebe değil asalaktır” cümlesi Mahmut Esat Bozkurt’a ait değil, Hitler’in cümlesi.
Bu nasıl alçaklıktır!
Bu ülkenin verimli topraklarında sayısız rezil, alçak, onursuz, satılık adam yetişmiştir. Basın ve siyasette leş kokularından insanın burnunun direği kırılıyor. Ama bir de demokrat, özgürlükçü, insan hakları savunucusu görünmek isteyen postmodern ve İkinci Cumhuriyetçi “Entellodübekler” var. Bunlara göre: Cumhuriyet’i yerden yere vurmadan, Ermeni Soykırımı’nı kabul etmeden, Kürtlerle empati kurmadan özgürlükçü aydın olmak mümkün değildir. Örneğin Kürt milliyetçiliği helal, Türk milliyetçiliği haramdır. Kürt isyanları insani ve yasaldır ama bu isyanların bastırılması barbarlık ve yasa dışıdır.
Bu “entellodübek”lerden biri yazıyor. Kendisi “O benim!” diye ortaya çıkmadan adı gerekmez. Okuyalım:
“Biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir! Dost ve düşman, hatta dağlar, bu hakikati böyle bilsinler! Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir! Türk devletinin işlerini Türklerden başkasına vermeyelim! Türk devletinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk Cumhuriyeti’nin devlet işlerinin başında mutlaka Türkler bulunacaktır!”
Bu alıntı doğal olarak Mahmut Esat Bozkurt’tan yapılmış. Ama onun ırkçı bir faşist, Nazi etkisinde kalmış bir şoven olduğunu kanıtlamak için.
1920’li, 30’lu yıllarda söylenmiş ve yazılmış tipik Mahmut Esat Bozkurt cümlelerinden biri. Bu cümle 17 Eylül 1930 günü yaptığı “Ödemiş Konuşması”nda (Mahmut Esat Bozkurt, Liberalizm Masalı, “Niçin Cumhuriyet Halk Fırkası’ndanım?” adlı yazı; Kaynak Yayınları, S.35.) aşağı yukarı aynen geçiyor.
Konuşmada, istismara yatkın başka cümleler de var. Örneğin:
“Cumhuriyet Halk Fırkası’ndanım; çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıklarıyla esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır: o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. Onun adına Türkiye diyorlar. Mebusunuzun samimi kanaatini söylemesi için bundan daha müsait yer bulunamazdı. Onun için duygularımı saklamayacağım.” (MEB. Liberalizm Masalı, s.36)
17 Eylül 1930 günü yaptığı ve 18 Eylül 1930 tarihli Anadolu gazetesinde yayınlanan konuşmaya tekrar döneceğiz.
Karl Marx yoldaş diyor ki
4 Şubat 2013 tarihli, “Karl Marx ve Türkiye Üzerine” başlıklı yazımda, üstad yoldaşın “Türkiye Üzerine” (Gerçek Yayınevi, 1966) adlı kitabından söz etmiştim. Şimdi bu kitaptan bir alıntı yapacağım:
“Sözü edilen Türkiye tüccarları kimlerdir acaba? Şüphesiz ki Türkler değil. Göçebe devrini yaşadıkları sırada, Türklerin bütün ticareti, kervanları talan etmekten ibaretti; bugün daha medenî hale geldikleri için en keyfî ve ağır vergileri koymaktadırlar. Büyük limanlarda yerleşmiş olan Rumlar, Ermeniler, Slavlar ve Batılılar, bütün ticareti ellerinde tutmaktadırlar” (Age.s.41)
“18. Yüzyıl sonunda yapılmış olan Küçük Kaynarca anlaşması gereğince, İstanbul’da bir Rum kilisesinin yapılabileceği ve bu kilisedeki din adamları ile Türkler arasında çıkabilecek anlaşmazlıklara Rus Sefiri’nin müdahale edeceği kabul edilmişti. İmtiyaz, Edirne anlaşması ile sağlamlaştırılmıştı” (Age. s.51)
Karl Marx’ın bu satırlarının içinde yer aldığı “Türk Meselesi” adlı makale-haber 19 Nisan 1853 tarihli “New York Tribune”de yayınlanmıştı. İkinci makale-haber aynı yerde 9 Haziran 1853 tarihinde yayınlandı. Karl Marx ile M. E. Bozkurt 77 yıl arayla aynı şeyleri söylüyorlar. Karl Marx elbette serin kanlı ve nesnel, M. E. Bozkurt ise, doğal olarak, öfkeli, ama kesinlikle ırkçı değil. Onun gibi bir dâhiyi “Irkçı değil!” diye savunmak zorunda kalmak yeterince utanç verici zaten. “Devlet adamları fakir ölmelidir!” diyen bir bilge.
Mekan, zaman ve olaylar
Başta Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) tayfası olmak üzere bütün liberaller M. E. Bozkurt’tan nefret ederler. Parti’nin adında “Serbest”, liberal anlamındadır. Yani Liberal Cumhuriyet Partisi.
M. E. Bozkurt, Tanzimat’ı siyasal bakımdan pek beğenmez ve ekonomik bağlamda acımasızca eleştirir:“Tanzimat başta softalar olduğu halde mutaassıpların düşmanlığıyla karşılaştı. Bunları tahrik eden hissiyatı bir tarafa koyalım. Fakat inkârı mümkün olmayan bir hakikat vardır ki, Tanzimat’ın siyasi, iktisadi sahalardaki liberalliğinden Türk olmayanlar kazanacak, öz Türkler zarar görecekti... Zira Türkiye başıboş, serbest surette Avrupa iktisadı rekabetine açılıyordu. Türkiye, dişlerinden zayıf milletlerin hakları sarkan, güçlü, kuvvetli Avrupa’nın ağzına atılıyordu. Tıpkı gözleri açık kurbanlar gibi... O vakitler, Türk imparatorluğuna, Türk milletine devamlı fena kasıtlar tertibiyle uğraşan Rum, Ermeni, Arap, Arnavut tebaa, memleketi, canı, malı, kanı pahasına yaşatan öz Türklere eşit oluyordu!... Bu kadar da değil, bu hain tebaa memleketimizin içinde Batı sermayesinin, Batı istilasının soygunculuğuna yarayan ileri karakol gibi vazife görüyordu. Bunları Ruslar, Fransızlar, Avusturyalılar himaye ediyordu.” (Liberalizm Masalı, S.92)
“Küstahlıklar o kadar ileriye götürüldü ki, Türklüğün bütün mukaddesatına Rumların Adelfiyaları, Ermenilerin Taşnakları, Arnavutların Başkımcıları, Çerkezlerin Tealicileri tarafından apaçık hakaret edildi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Boşo adında bir Rum mebusu Meclis kürsüsüne çıktı ve ‘Benim Türklüğüm Osmanlı Bankası’nın Türklüğü kadar bir şeydir’ diyebildi. (Age.93)

Ey vicdan sahibi! “Türk”e Türk olduğu için değil, sömürülen, ezilen emekçi olduğu için arka çıkan insana ırkçı denilebilir mi?

Cumhuriyet ve devrim düşmanlarının kuru deriden bal çıkarmak yöntemi bir yana bırakıp ahlaklı bir yöntem uygulayarak M. E. Bozkurt beyin ırkçı, nazi ve faşist olduğu kanıtlanmalı. Bunu kanıtlamanın yeri elbette kuramsal metinler olacaktır. Bu nedenle, Atatürk İhtilali I-II adlı kitabının 193. sayfasını açmadan önce Başlangıç bölümü okunsun:
“Bu kitabı Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşüyle başlayan Atatürk İhtilali’ni Türk ulusuna safha safta anlatmak için yazdım.”
Mahmut Esat Bey, dediğini yaparken faşizm, nasyonal (milli) sosyalizm ve komünizmin ne anlama geldiğini, bunların Kemalizm’le ilişkilerini de anlatıyor. Bu nedenle, Cumhuriyet ve devrimleriyle bir derdi olan herkes bu kitabı okumalı. Kuyruktan yakalamak isteyenler için büyük bir fırsat.
Kemalizm ve nasyonal sosyalizm
[“Kemalizm ve Milli Sosyalizmin Ayrıldıkları-Birleştikleri Noktalar:
Milli sosyalizm (Alman rejimi)
1.Ekonomik bakımdan bu rejimle Türk rejimi arasında esasta fark yok gibidir. Her ikisi de devlet sosyalistliğine dayanır. Mülkiyet hakkını ve ferdi tanırlar.
2.Türk ve Alman rejimleri her ikisi de milliyetçi olmakla birlikte, aralarında küçük bir fark vardır.
Alman rejimi, milliyetçilikte raciste, yani ırkçıdır.
Türk rejimi, ırkçı değildir. Daha ziyade kana değil, kültüre ve dile önem verir.
Bununla beraber, Atatürk büyük nutkunda ‘Kanını taşıyandan başkasına inanma’ demiştir. Fakat bu tavsiye tatbikatta, kültür, dil birliği halinde tecelli etti.
3.Türk rejimi, Alman rejiminden prensip itibariyle şu bakımdan ayrılır:
Milli sosyalizm, emperyalisttir. Türk rejimi bunu kabul etmek söyle dursun, esasından reddeder ve bu gibi eğilimleri suç sayar.
4.Milli Sosyalizm; Hitler diktatoryasıdır. Türk rejimi ferdi diktatörlüğü de kabul etmez, ulus egemenliğine dayanır.”] (M.E.Bozkurt, Atatürk İhtilali, I-II, Kaynak Yayınları, S.193)
İrdeleme,1
Yukarıdaki 4 maddelik tanım hem Mahmut Esat Bey’in hem de tek parti rejiminin kesinlikte ırkçılıkla ilgi ve ilişkisi bulunmadığını kanıtlıyor. Elbette, Başbakan R.T.Erdoğan gibi, diplomatik nezaketle ilgili mesaj ve telgrafları kanıt (!) saymamak koşuluyla. (Kuşkusuz, kendisinin Taliban’ın dizi dibinde fotoğraf çektirmesi kanıt değildir.)
“Türk ve Alman rejimleri her ikisi de milliyetçi olmakla birlikte, aralarında küçük bir fark vardır” maddesindeki “küçük” sıfatı aslında çok büyük bir farkı ifade ediyor. Biri ırkçı, öteki ırkçı değil. Çok büyük bir fark ama “küçük” sıfatına takılırsanız istediğiniz yere çekebilirsiniz.
Irkçılık lafla olmaz! M.E.Bozkurt’un ırkçılığı lafla kanıtlanamaz. İlkin söylediklerinin, yazdıklarının uygulamada ırkçılık olduğunun kanıtlanması gerekir.
İrdeleme,2
M.E.Bozkurt’un o cümleyi söylediği zamansal bağlama bakmamız gerekmektedir:
1930’ların ABD’sinde, şimdi Afro-Amerikalı denen kara derililerin (zencilerin), Kızılderililerin, Latinlerin yaşamak zorunda kaldıkları bir ortam mı yaratılmıştı Türkiye’de?
“Türk olmayanlar” lokantalara, helâlara, otobüslere, tren vagonlarına binemiyor muydu?
Subay, polis, devlet memuru olamamalarının ırkçılıkla bir ilişkisi yok. Adı belli olmayan bir başka kaygı var. Ki bu kaygı aşağı yukarı dünyanın bütün ülkelerinde söz konusu.
Kimse “Varlık Vergisi”nden söz etmesin. Varlık Vergisi “Öz Türkler”e de uygulandı. Öz Türkler daha çok Varlık Vergisi verdiler. Bu konudaki bütün yalan, iftira ve safsatayı sona erdiren bir kitap var (Cahit Kayra, Savaş Türkiye Varlık Vergisi, Tarihçi Kitabevi), okusunlar. Özellikle, bu konuda kemküm etmek zorunda kalan CHP okumalı!
Nürnberg yasalarını anımsayalım mı?
Nürnberg Yasaları (Nürnberger Gesetze), 15 Eylül 1935’te Nürnberg‘de yıllık Nazi Partisi toplantısında kararlaştırılan Nazi Almanyası‘nda antisemitik yasalardı. Yasalar, Alman ve Yahudi insanlarını sınıflandırdı. Bu kanuna göre, ari ırktan olmayanlar alt sınıf insanlardır ve ari ırkına ait insanlar ile evlenmeleri yasaklanmıştır.
Mahmut Esat Bozkurt bu türden yasalar mı çıkardı? Önerdi mi yoksa?
Öjeniszm (soy arıtımı) diye bir şey duydunuz mu? İsterseniz, Hürriyet gazetesinde (08.01.06) yayınlanan “Tuzu Kurular” adlı yazımdan bir aktarma yapalım:
“Öjenizm (Eugenism) ideolojisinin peşine takılıp sakatları, akıl dengesi bozukları, siyah saçlıları iğdiş ederek Nazi Almanyası’na İsveç örnek olmuştur. Öjenizm İsveç’te Sosyal Demokrat Hükümet tarafından yasaklandığı 1976-77 yıllarına kadar sürmüştür. Ayni şey Norveç’te de 1970’lerin sonlarına kadar uygulandı. Dünyada Almanya’dan sonra nüfusa oranla en çok kısırlaştırma İsveç’te (60 bin) yapıldı. İsveç’i 40 bin ile Norveç, 6 bin ile Danimarka izler. Bunlara Avusturya ve İsviçre’nin de adlarını ekleyebiliriz.”
Acaba, Mahmut Esat Bey “Öz Türk” olmayanlar için soy arıtma (öjenik) yöntemleri mi uygulamıştır, salık vermiştir?
Öz Türk demek ne demek?
Ödemiş Söylevi’nden sonra dönemin İstanbul gazetelerinin gavgav etmesi üzerine Cumhuriyet (17.10.1930) gazetesine bir açıklama yapar. Okuyalım:
“Ben Ödemiş nutkunda bu memleketin efendisi Türklerdir. Öz Türk olmayanların hakkı hizmetçiliktir, köleliktir. Demekle misafirimiz olan ecnebileri kastetmedim. Esasen memleketin dahili, siyasi münakaşalarında yabancıların yeri yoktur ve olamaz. Bu hak vatan evlatlarına aittir. Benim kastım teşkilatı esasiye (anayasa) mucibince Türk olup hâlâ
Türkten başka milliyet iddia edenler varsa onlardır. Türk harsını (kültürünü) kabul edip de Türküm diyene sözüm yoktur.”(Dr.Şaduman Halıcı, Yeni Türk Devletinin Yapılanmasında Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk Araştırma Merkezi, S.349)
Boşuna heveslenmesinler, Kürtçülere bu konudan parsa çıkmaz!


Mahmut Esat Bozkurt’un 17 Eylül 1930 günü Ödemiş’te yaptığı konuşma, o günden bu yana, kendisine, CHP’ye, Türkiye devrimcilerine karşı düşmanlık vesilesi olmuştur. Kimdir bu düşmanlar? Bugün onu ırkçı olmakla suçlayanların 1930 yılındaki ataları! İktisat Bakanı’yken, Adalet Bakanı’yken çıkardığı yasalar ve uygulamaları dolayısıyla ona düşman olan karşı devrimciler, saltanatçılar, hilafetçiler; kompadorlar, yabancı sermaye temsilcileri, liberaller, hırsızlar, vurguncular, rüşvetçiler, işçi ve köylü düşmanları; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) artıkları Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) mensupları; Cumhuriyet ve laiklik karşıtı softalar, mürteciler... Bu kadarı yeter. Şimdi Ödemiş Söylevi’nden diş söken cümleleri birlikte okuyalım:
Ödemiş Söylevi
[“Cumhuriyet Halk Fırkası üyelerindenim, çünkü bu fırka bu vatanın maddi, manevi varlıklarını yabancıların elinden alarak Türk milletine verdi.”
“Düne kadar vapurlarda, trenlerde, memleketimizin bugün ticari ve mali müesseselerinde kimler çalışıyordu ve bunlar kimlerin elinde bulunuyordu? Türk olmayanların değil mi? Bugün kimin elinde? Türklerin.”
“Bütün bunlar Cumhuriyet Halk Fırkası’nın mahsulüdür. Bağlar, bahçeler hatta dağlar, ovalar, mal mülk, memleketin iktisadiyatı baştan başa Türk olmayanların elinde değil miydi? Bugün bütün bunlar Türklerin eline geçti, bu da Cumhuriyet Halk Fırkası’nın siyasetinin semeresidir.”
“Düne kadar yabancıların yanında amelelik yapan binlerce Türk’ün bağ bahçe, mülk sahibi olduğunu az mı görüyoruz?”
“Cumhuriyet Halk Fırkası’ndanım; çünkü bu fırka bugüne kadar yaptıklarıyla esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi olmaktır!”
“Ben Cumhuriyet Halk Fırka’sındanım. Bunun sebeplerinden biri de demiryolu siyasetidir.”
“Geçen idareler milleti gırtlağına kadar borca soktukları halde, Cumhuriyet Halk Fırkası, dışarıdan para almaksızın, eski idarelerin yedi asırda yaptıkları işin fazlasını Türk parasıyla, Türk işçisiyle, yedi senede yaptı.”
“Rus çarlarının vaktiyle bu memlekette demiryolu yaptırmamak için Osmanlı hükümetini silahla tehdit ettiklerini söylersem, bunun ne kadar lazım olduğunu kolaylıkla anlayacağız.”] (Mahmut Esat Bozkurt, Liberalizm Masalı, “Niçin Cumhuriyet Halk Fırkası’ndanım”, Kaynak Yayınları, s.35-41)
Mahmut Esat Bey’in düşmanları kimdir?
M. E. Bozkurt, yaşadığı dönemin dünya çapında en önemli entelektüellerinden, hukukçularından biridir. Marksizmi, komünizmi, sosyalizmi, faşizmi, nazizmi, kapitalizmi, liberalizmi dönemin en önemli ekonomistleri, filozofları kadar bilir. Hegel’i, Marx’ı, Engels’i, Lenin’i neredeyse ezbere. Sözcük olarak 1930’da çıkmış olan ırkçılığın (racisme) ne anlama geldiğini dönemin ve günümüzün hödüklerinden çok daha iyi bilir.
Kemalizm’in en önemli kuramcısıdır. Ödemiş’te yaptığı konuşmayla, kendini değil, Laik Cumhuriyeti, devrimleri savunmakta.
Sorun ırkçılık falan değil. Onun kafasındaki, idealindeki “Halk Devleti”dir. Halk Devleti’nin eğitim, adalet ve maliye politikasını uygulamak istediği; yasaları din vesayetinden kurtarıp laikleştirdiği ; Köy Bankaları, Üretim (İstihsal) ve Alım ve Satım Kooperatifleri, Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi, Türkiye Devlet Ticaret Bankaları kurmak istediği için binlerce gözü kara, yeminli düşman kazanmıştır.
“Türk haklarından istifade edebilmek için Türklüğü benimsemek, Türk harsını kabul etmek, Türklüğü duymak, Türk menfaatlerini kendi menfaati yapmak, ona hürmet etmek, Türküm demek, Türklüğü harsiyle, hissiyle kabul etmek lazımdır. Bunları samimiyetle benimseyenleri Türk sayarız. Kim olurlarsa olsun...” demenin neresi ırkçılık?
Daha açık olarak
“Farmasonlar; bana Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, özetle öz Türk olmayanlar kanun huzurunda eşit oldukları halde sen onları ne hakla eşit görmüyorsun, bunlara ne hakla itimat etmiyorsun, diyorlar. Farmasonluğun öz Türklerle eşit gördüğü yalnız bunlar olsa ne ise, fakat o bu memleketle alakası olmayanları da arasına alıyorlar. Hatta ‘İngiliz Papazı Frew’, ‘Casus Lawrence’leri bile... Yahudiler, Rumlar, Ermeniler şüphe yok ki kanun huzurunda bizimle eşittirler. Olabilirler. Bununla her şey olmuş bitmiş değildir. Ben açıkca söylemeyi severim: Yahudi, Yahudilik takip ettikçe, Yahudice konuştukça, Rum Rumluğu takip ettikçe, Rumca konuştukça, hatta Arnavut bile bu sevdadan vazgeçmedikçe, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar mekteplerinde harıl harıl milli kültürleriyle yetiştikçe, onları öz Türk kardeş saymazsam, umarım ki kendileri de beni mazur görürler. Çünkü ayrılık isteyen kendileridir.” (Mahmut Esat Bozkurt, Masonlar Dinleyiniz!, Kaynak Yayınları, “Farmasonluğa: Son ve Kısa Cevaplarım XV” s.53)

Düşmanları arasına artık, localarının kapatılmasına sebep olduğu için masonları da katabilirsiniz! Yukarıda okuduğunuz bölümün yer aldığı yazıları Anadolu Gazetesi’nde 25-28 Ekim 1931 tarihlerinde yayınlamış. Aynı zamanda, 1927’den beri ayaklanmalarla sarsılan ülkede o günlerde Ağrı İsyanı var.
Ödemiş Söylevi’ni 1930 yılında, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın dini duyguları siyasete alet eden gerici yönteminin yükselişe geçtiği bir dönemde yapmış.
Bu yıllarında Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde onun durumunda olan her sorumlu insan aynısını yapardı. Menemen vahşetinden sonra “Bu hareketin arkasında, halifecileri, bazı yabancı tahriklerini, Türklükleri nüfus tezkerelerinden ileri geçmeyenleri, bütün bir kara taassubu aramak hiç de yersiz olmaz” Liberalizm Masalı, S.42) demiş.
Çok mu?
Mahmut Esat Bozkurt’la ilgili yazı dizisi (şimdilik) bu yazı ile bitiyor. İnanın, bütün yıl sürebilirdi. Konu öylesine diri ve yaşamsal. Ölünceye kadar bir tür “Silivri” saldırılarına karşı koymak zorunda kalan bu büyük aydın, devrimci, düşünür siyaset adamına karşı adil olmayı insanlarımıza öğretmemiz gerekiyor. Onursal haklarının geri alınması, iğrenç iftiraların silinmesi gerekiyor. Şükürler olsun ki birkaç tane olsalar da bunu yapanlar var.
AKP’nin ve R. T. Erdoğan’ın Mahmut Esat Bozkurt’u düşman bellemesinden, onu aşağılamasından daha doğal ne var? Çünkü, Ödemiş Söylevi’nde suçladığı insanların uzantıları bunlar. Kendileri! Cumhuriyet’in halka verdiği ne varsa, halk için yaptığı ne varsa, iktidarları döneminde haraç-mezat sattılar; ülkeyi kapitülasyonlara teslim ettiler.

Ödemiş Söylevi’ni Kürtlerle ilişkilendirenler varmış bu ülkede. Güya, “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi olmaktır!” sözleri Kürtleri hedef alıyormuş.
Deli saçması bunlar! Hedef almış ise bazı Kürtleri hedef almıştır. Neden bütün Kürtleri hedef alsın? Hedef aldığı Kürtler kimler olabilir? Acaba, 7 Eylül 1930 tarihinde, İngilizlerin desteklediği, Ermeni Taşnak ve Suriye’de mukim Fransız destekli Kürt Hoybun Cemiyetlerinin katıldığı, Şeyh Barzani’nin katkı sağladığı 3.Ağrı İsyanı’na katılanlar olmasın?
Kürtler arasında hâlâ Sèvres’in uygulanması hayalleri kuranlar vardı. Milletler Cemiyeti’ne başvurmuşlar, Türkiye, İran ve Irak Kürtlerini birleştirecek bir Kürt Devleti kurmak istiyorlardı. Diyelim ki Mahmut Esat Bey, o sözleri isyancılar ve ayrılıkçılar için söyledi. Ne sakıncası var?
Bunu yazdım diye, beni de ırkçı ilan edebilir bunlar! Açık söyleyeyim: Kürtlerin özerklik, federasyon, bağımsız devlet istemelerine karşı değilim. Ama tepeden inme yöntemiyle değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bütün Kürtlere sorarak, onların demokratik oyları ile. Silahla değil!
Teşekkür ettiklerim
Benim bir lafım vardır: Beyin bilgi salgılayan bir salgıbezi değildir. Akü gibidir. Dolduracaksın! Öküzler ve eşekler aküyü doldurmayı beceremedikleri için, öküzlükten ve eşeklikten kurtulamıyorlar.
Bu yazıları, Kaynak Yayınları, Mahmut Esat Bozkurt’un kitaplarını (Atatürk İhtilali I-II; Türk İhtilalinde Vatan Müdafası; Liberalizm Masalı; Masonlar Dinleyini!) yayınlamamış olsaydı yazamazdım
Mucize Özünal’ın Kalpak ve Kartal (Tudem Yayınları) adlı belgesel romanını okumasaydım, bu yazıları yazamazdım.
Nail Topal’ın Ateşten Adam Bozkurt (Kuşadası Yerel Tarih Yayını) adlı incelemesini okumasaydım, bu yazıları yazamazdım.
Kendilerine çok teşekkür ederim.
Mucize Özünal ve Nail Topal sayesinde çok değerli bir bilim insanıyla tanıştım: Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden
Doç. Dr. Şaduman Halıcı.
Şaduman Halıcı neredeyse ömrünü Mahmut Esat Bozkurt’a vakfetmiş. Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 2004 yılında yayınlanmış, 650 sayfalık bir anıtsal kitabı var: Yeni Türkiye Devleti’nin Yapılanmasında Mahmut Esat Bozkurt (1892-1943) adlı bir biyografik yapıt. Bu kitaptan neden 5 yıl sonra haberim oldu diye utançtan yerin dibine geçiyorum.
Bu kitap var oldukça, hiçbir alçak, Mahmut Esat Bozkurt’un devrimci emeklerini küçümseyemez, onu ırkçılıkla suçlayamaz. Mahmut Esat Bey için “Çağının dünya çapında en büyük entelektüellerinden, hukukçularından biridir” diye yazdım ya, Şaduman Halıcı’nın yapıtı bu iddiamı bol bol kanıtlıyor.
Beni doğruladığı, yalancı çıkartmadığı için kendisine özellikle teşekkür ederim.

Gelelim, en büyük çalışmaya: Doç. Dr. Şaduman Halıcı, Mahmut Esat Bozkurt’un henüz kitaplaşmamış yazılarının tamamını derlemiş, A4 kağıdı çıkışıyla tamı tamına 1553 sayfa. Arkasında kaç sayfa olduğunu bilmediğim bir de sözlük var. Şaduman Halıcı, bana, “Makaleler; yazı karakteri, punto, işaretlemeler, koyu renk ya da altı çizgili olarak orijinaline uygun olarak verildi. Dipnotlara ve Mahmut Esat’ın attığı imzaya sadık kalındı” diye yazdı. Ekliyor: “Başta Tarih olmak üzere, Siyaset Bilimi, Hukuk, İktisat ve Dil alanlarında çalışma yapacaklar için temel kaynak niteliği taşıyan” bu yazıların “engin bir kültür, yalın bir Türkçe ve şiirsel anlatım ile Türk ulusunun kurtuluş savaşımının ve devrim felsefesinin işlendiği bu ürünlerin günümüzde olduğu kadar geleceğe de ışık tutacağı kanısındayım.”
Bu yayınlanmaya hazır kitabın varlığını yayıncılık dünyasına haber vermek benim önemli bir devrimci görevimdi. Bunu yaptım! Bu kitabı (birkaç kitap halinde) yayınlayacak babayiğit bir yayıncı var mı acaba?
Son sözüm CHP’ye
Mahmut Esat Bozkurt, Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra, Cumhuriyet’in en önemli sivil yapı ustasıdır; en önemli kuramcısıdır, en büyük hukukçusudur. Bunu biliyor musun? Bilmiyorsan öğren ve adını verdiğim kitapları oku ve okut! Devrimci belleğin ve ruhun tazelensin! Mahmut Esat Bozkurt’un anısını ve onurunu it-köpek tayfasının paralamasına izin verme! Kuşadası’nda bir Mahmut Esat Bozkurt Müzesi kur! Hiç gelmediğim genel merkezine ve gerekirse il başkanlıklarına onun büstünü koy! Unutma ki o “gerçek” ikinci adamdır. “Devlet adamı yoksul ölmelidir!” ilkesine, zenginleşmeyerek sadık kalmıştır.
Son olarak: Yukarıda sözünü ettiğim makale derlemesinin yayınlanmasına yardımcı ol, bir yayıncı bul! Mahmut Esat Bozkurt’un hayatı çok çarpıcı bir film olur. Özellikle de, Kurtuluş Savaşı’na katılmak için, İtalya’dan Türkiye’ye bir geminin ambarında kaçak gelişi...







Hiç yorum yok: